27 Ağustos 2015 Perşembe

KIBRIS (2013)


                            


Ne yapmalı, Kıbrıs'a gitmeli. Önce araştırmalara başladık. Nerede kalınır, ne yenir? Bu arada uçak biletlerine de bakıyoruz. Adana'dan gidiş geliş 100 TL civarı. 


Fakat bugündü yarındı derken fiyatlar uçuyor ve 4 bilete 1200 TL veren biz, Adana Havaalanından yarım saatlik bir uçuşla Lefkoşa'ya varıyoruz. Atlas Jet, meyve suyu ve sandviç ikram ediyor.


Adana'dan uçağa binmeden az önce aradığımız araba kiralama şirketi, çıkışta bizi telefonla arayarak otoparkta buluşmamızı istiyor. Sözleşmeyi yapıp arabayı teslim alıyoruz:0 model bir Hyundai Elentra. 

Günlüğü 80 TL'ye anlaşmıştık. Bir kaç yerinde vuruk var. Fotoğrafını çekiyorum. Ne olur, ne olmaz. 

Kıbrıs'ta kiralık arabalar kırmızı plakalı. Turist olduğunuz hemen belli oluyor yani. Bu arada arabayı teslim eden uyarıyor: Çemberden dönene yol verin:) Birde kameralı radarlara dikkat edin.


Tabi direksiyon sağda. Beyim alışacak mı? Hiç sorun çıkmadı. Havaalanından çıkıncaya kadar alışıyor.


İlk hedef Girne. Girne'nin dışında Karşıyaka'da Sempati Otele doğru gittik. Yer ayırtmadık ama aklımızda o var. Yarım pansiyon anlaştık. 

Geniş bir odamız ve 2 balkonumuz var. Kıbrıs'ta priz girişleri farklı. Önce oğlumla biraz uğraştık sonra aklımıza resepsiyon geldi. Onlar sağolsunlar bir adaptör verdiler de telefonları şarj ettik.


                                                         


(Balkondan görülen manzara)


Önce havuzu denedik ama soğuk geldi. Birkaç yüz metre ilerde plaja gittik. Girişi oldukça zor oldu. Kayalık bir plaj. Ama biraz yüzdük.


Otelde birşeyler atıştırdıktan sonra Girne Limanı'na gittik. Park yeri bulmak biraz zor oldu. Dar sokaklardan geçerken ben biraz gerildim ama zarif eşim cadde üzerinde bir yer buldu.


Liman bayağı şenlikli. Restoranlarda genellikle canlı müzik var. Dolaşıp keşif yapıyoruz.





Bu sefer kaleye çıkmaya niyetimiz yok. Çocukları fazla yormak istemiyor, otele dönüyoruz.


Akşam yemeğinde sadece nohut ve domuz varmış. Giriş yaparken bizim için pizza yapabileceklerini söylemişlerdi. Gelen çok iyi pişmemiş hazır pizza olunca başımızın çaresine bakmaya karar verdik. 


Otele giderken Girne merkezin çıkışında bir fast food restoranı görmüştük. Orada karnımızı doyurduk. Otele geri dönünce restoranda fotograf makinasını unuttuğumuzu fark ettik. Beyim geri döndü. Çalışanlar bizim makinayı bir kenara koymuş, temizlik yapıyorlarmış. Boşuna telaş yapmışız.


Kahvaltı da bizim alıştığımız standartların altında. "Yarım pansiyon" seçeneğinin yanlış olduğunu anlıyoruz. 


Bugün Güzelyurt tarafına doğru yol almayı planlıyoruz. Akşam nerede kalacağımız hakkında bir fikrimiz yok:)


Tabi yol üzerindeki Mavi Köşk'e uğramayı unutmuyoruz. Kaçakçının Köşkü olarak da bilinen bu köşk, bir silah kaçakçısına aitmiş. Makarios'un da avukatı olan Paolides'in köşkü bugün askeri bölge içerisinde. Bizi askerler karşılıyor. Bir önceki tur devam ederken biz de bahçede dolaşıyoruz. Denize  hakim bir tepedeki bahçede askeri kantinden aldığımız içeceklerle zaman geçiriyoruz.


Köşkten manzara böyle.



Müzede bize bir asker eşlik etti. Deprem odası, Sophia Loren'in süt banyosu yaptığı havuzu, mevsimine göre renk değiştiren bukalemun derisi dolabı, taverna bölümünü ve her bir ayrıntıyı tek tek anlatarak gösterdi.




                                                   

(Köşkün içinde fotoğraf çekmek yasak)


Artık öğle yemeği vakti geldi. Hem yiyecek hem de denize girecek bir yer arıyorduk. Köyün birinden geçerken bir amca bize ileride bulunan Aspava'yı önerdi.


Aspava, deniz kenarında bir restoran. Hem plajı var hem de deniz kenarına bir gemi yapmışlar. Güneşlenmek ve yemek yemek için.





Her şey harika. Fakat acayip bir rüzgar var. Biz normal restoran bölümüne geçtik. Merakla beklediğimiz şeftali kebabının vakti geldi. 

Kuzu gömleğine sarılmış köftelerin ızgarada pişmiş hali olan şeftali kebabı çok da heyecan verici gelmedi bize. Olsun. Her şey güzeldi ve makul fiyatlıydı.


Rüzgardan dolayı denize giremeyince Güzelyurt'u biraz dolaştık. Bir marketten ev yapımı kurabiyeler aldık.


Telefondan rüzgar durumuna baktık. Burada rüzgar devam edecek görünüyordu. Gazi Mağusa daha sakindi. Ne yapalım, oraya doğru yola çıktık.


Kıbrıs'ta mesafeler çok yakın. Güzelyurt-Gazi Mağusa arası da 94 km. Adanın iç kısmından geçen bu yol biraz bozkır. 

Yol üzerinde Lefkoşa dışında büyük bir alışveriş merkezi görünce durduk. Tatlı yapan minik bir camekanlı dükkandan bir şeyler alıp kahve içtik. Marketi de gezdik. Dönerken ne alsak diye düşündük ama henüz bir fikrimiz yok.


Kıbrıs gazetelerinden de aldım. Tabldot boy gazeteler. Kıbrıs'ın yerel gündemini takip etmek için okurum artık.


Arabamız geniş. Çocuklar gayet rahatlar. Şoförümüz bazen soldaki bankete düşüyor:) ama genel anlamda bir sorun yok. Trafik sakin akışında. En önemlisi göbekteki (çemberdeki) araçlar göbekten çıkmadan kimse göbeğe girmiyor. Bizim için oldukça şaşırtıcı.


Gazi Mağusa, öğrenci kenti, belli. Ana caddelerini dolaşırken her yer kafe, restoran. Ama biz şehir dışında Salamis Harabeleri civarında bir yerde kalmak düşüncesindeyiz. 

Eşimin kafasında Salamis Koyundaki Koca Reis Bungalov var. Çok gitmeden oteli bulduk. Görür görmez de bayıldık. Deniz kenarına sıralanmış odalar. Şahane bir kumsal, zemini tamamen kum deniz.


Resepsiyonda epey beklemek zorunda kaldık. Tek görevli vardı. Ama odaya girmeyi başardık. Girişte banyo, açık mutfak ve iki çekyat var. Yukarıda da yatak odası. Kocaman balkonu denize bakıyor. 

Eşyalar köhne ama temizlik iyi görünüyor. Bir görevli gelip çocuklar için çekyatları hazırladı. Biz de hemen denize...


Akşam yemeği için kent merkezine gittik. Ana yol üzerinde Tabi ki Köşem diye kalabalık bir restoran görünce orada karar kıldık. Söylediğimiz yemekler set halinde geldi. Yani ana yemek, yoğurt, salata ve içecek. Fiyatlar da tam öğrenci işi. Wi-fi de var. İnsan daha ne ister?


Büyük bir markete girip kahvaltı için unlu mamul ve içecek aldık.

Yanımıza tarak almayı unutmuşuz. Bir de tarak aldık.


Yemekten sonra limana yakın bir yere park ettik. Hava oldukça serindi. Meşhur yunusların fotoğraflarını çekip otele döndük.





Otel oldukça sakindi. Restoran bölümü, plaj bomboş. Yan taraftaki Salamis Bay Conti'de Bengü konseri var. Plajda biraz dolaşıp onu dinledik.


Kahvaltıyı odada yapıp ayrıldık. Bir gece ücreti olan 150 TL'yi ödedik.İstikamet Dipkarpaz. 

Beyim diye söylemiyorum:) uzamsal zekası çok gelişmiştir. Bir gördüğü yolu bir daha unutmaz (Haritada olsa bile). 

Bizi sevgili löplöpçülerde  okuduğumuz Büyükkonuk Köyü'ne götüreceğini söyledi. Köyü zorlanmadan bulduk. Köyün ana yolunu takip edince bizi Kemeraltı Aşevine götürdü.




Mustafa Bey, fırında kuzusu ile meşhur. Ama ailecek işlettikleri lokantada ev yemekleri de var. 

Lokanta köy şartlarına göre. Yan bahçede piknik masaları var. Kuzu her gün olmuyormuş. Şansımıza o gün varmış. Ama köyün meşhur organik pazarı o gün kurulmuyormuş.




Kuzu ile beraber tavşan, mantı, erişte, ev sahiplerimizin değişik adlandırdığı yemeklerin hepsinden tadıyoruz. Nefis.

Lokantanın hemen karşısında Hasder Değirmen Kültür Evi'ni gösteriyor ev sahiplerimiz.



Kadınlara meslek kursları da düzenlenen bu avlu ve kapalı mekanlarda zeytinyağı üretim aşamasında kullanılan aletler, kilim tezgahı gibi eski usul araçlar var. 

Zeytin ağacından yapılmış Kıbrıs haritası alıp yola çıktık.


Dipkarpaz'a giden kuzeydeki otoyolu tercih ettik. Anadolu, solumuzda uzanmakta.


Yol geniş ve bakımlı.




Seyir terasında kısa bir mola.

Yine nerede kalacağımız meçhul. Kısa bir yolculuğun ardından şehir merkezindeyiz. Oldukça küçük bir şehir.



(Oğulcuğum, gündüz vakti bu resmi çekmek için bayağı uğraştı.)


Öğleden sonra resmi kurumlar, bankalar kapalı.


Şöyle bir sokaklarını öğrenip denize doğru kıvrılınca bir otel tabelası gördük. Otel araştırırken burayı da düşünmüştük: Arch Houses. Eskiden bir alışveriş sokağı imiş. Dükkanları otel odası olarak düzenlemişler.




Resepsiyondaki görevliler pazarlığa açıklar. Oda+kahvaltı 165 TL'ye anlaştık. 


Odamız sokak üzerinde geniş bir oda. Basit bir mutfak düzeneği de var. Resepsiyon için sokağın karşısına geçmeniz gerekiyor. Hepimize çok farklı geldi. 


Şimdi keşif zamanı. Denize doğru arabayla çıktık. Belli bir noktadan sonra yol toprak. Ama denize bakan bir tepede çok güzel bir restoran var. Çocuklar acıkmadık deyince dolaşmaya devam edip bu sefer şehir merkezine gittik. 

Yolda çok uzun boylu bir adamla tanıştık. Şanlıurfalıymış. Kıbrıs Harekatı sırasında gelmiş. Kıbrıs Hükümeti harekatta yer alan Türk askerlerine vatandaşlık ve toprak verince o da buraya yerleşmiş. Evini pansiyon olarak kullanıyormuş. Kalacak yerimizi ayarladığımızı söyleyerek vedalaştık.


Merkezde yemek yiyecek bir yer bulabildik. Bir pideci. Ama nasıl?


Evet, bu bir porsiyon


Kıbrıs'ta porsiyonların büyük olduğunu unutan biz, adam başı birer pide söyledik ama bitirmek mümkün olmadı.


Baba- oğulun işlettiği bu pidecide sadece baba vardı. Çünkü oğul, karşıdaki spor alanında yapılan düğüne katılmaya gitti. 


Biz de düğün alayının gelişini masamızdan izledik. Sonra uzun bir tebrik faslı başladı. Kız tarafı Çorum'lu, erkek tarafı da Karadenizliymiş. Her şey Türkiye'deki düğünlerle aynıydı. Bazı şeyler değişmiyor.


Kahvaltı salonu, bir önceki sokakta. Açık büfe olarak hazırlanmış. Ama kızarmış hellim peyniri ve yumurta biz geldikten sonra taze taze hazırlandı.


Kahvaltı Salonu

Her şey çok özenliydi. Zeytinin içine konmuş tohumları merak edip sorduk. Garson telaffuz edemedi, aşçıya sordu. Aşçı geldi, tarif etmeye çalıştı ama adını o da söyleyemedi. Dur bakalım, belki markette buluruz.


Bugün önce Dipkarpaz'ın en uç kısmına gitmeyi planladık. Yol yine oldukça güzel. Aşağıda nefis bir plaj göründü. Eşim Altın Kumsal olduğunu söyledi. 

Az sonra Milli Park alanına girdik. Kapıda gezinen eşekler karşıladı bizi. Bu aşamadan sonra yol artık biraz bozuk. Bisikletli turistler gördük, takdir ettik.




Bu uç kısımda Apostolos Andreas Manastırı var. Oldukça iyi korunmuş ama restorasyon çalışmasından dolayı kapalıydı. Hemen önüne park ediyoruz. Aaaaa.... Hakikaten biz daha Kıbrıs'ta hiç park ücreti ödemedik.

Burada hediyelik eşya satan tezgahlardan klasik magnet alışverişimizi yaptık. Zafer Burnu'na doğru devam ettik. Karşıda Türkiye'yi görüp duygulanmamak elde değil.



Dolaşırken bir kamping görüp bakalım dedik. Bize bungalovları gezdirdiler. Oldukça ferah ve güzel. Aşağıda deniz uzanıyor. Malum, akşama kalacak yer ayarlamadık daha. Restoranı da iyi görünüyor. Eşimin "akrep var mı buralarda" sorusu "evet" şeklinde yanıtlanınca çocuklar arabaya doğru seğirttiler. Kısmet değilmiş.


Aklımızda Altın Kumsal var. Yoldan denize doğru biraz kıvrılmak gerekti. Plajda yine bungalov şeklinde bir otel var. Bize "kimsiniz, necisiniz" diyen olmadı. Kabin ve duşlarını kullandık.





Plajı anlatmaya gerek yok. Caretta carettaların yumurtlama alanı. Bizden başka bir iki kişi daha var. Rüzgar yine çok fazla. Her şey uçuşuyor.


Kızımın keyfi yok. Dönmeye karar verdik. Kızımın rahatsızlığı artınca Yeni Erenköy'de bir sağlık ocağı bulduk. Doktoru evinden çağırdılar. Bronşit. 


Hava tedavisinin ardından reçeteyi yazdılar. Hemen kızımın doktorunu aradık. Kızımın alerji durumuna göre ilaçları revize etti. Eczanede ilaçlarının temininde sorun yaşamadık.  Allah'tan kızımın genel durumu iyi.


Macera aramaya gerek yok deyip Gazi Mağusa'ya dönmeye karar veriyoruz. Tabi öğlen yemeği için Büyük Konuk Köyü bizi bekliyor. Evvelki günden Mustafa Beyle anlaşmıştık. Kuzu bizi bekliyor.




Evet, geldiğimize değdi.


Koca Reis ile bir gün için daha anlaştık. Bize aynı odayı verdiler. Bu sefer deniz yok. Akşam üstü Gazi Mağusa kale içine gittik.




Kale içi dediysem, orada ayrı bir mahalle var. Arabayla kale kapısından girdik. Yolun kenarı kalelerde olduğu gibi hendekle çevrili. 

Lala Mustafa Paşa Camii'ne yakın bir yere park etmek için dolaşırken Petek Pastanesini gördük. 

Camında bizi çeken şu cümle yazılıydı:"Demleme çay bulunur". Hemen 50 m ilerideki park alanına park ettikten sonra (Tabi ki ücretsiz) çayımızı içtik. Bu Kıbrıs'taki ilk demleme çayımız. Pastane çeşitlilik açısından oldukça zengin. Tatlılarını da deniyoruz.


Bulunduğumuz noktadan Lala Mustafa Paşa Camiine yürürken meydanda da düğün hazırlığı yapılıyordu. Nikah masası, konuk sandalyeleri giydiriliyordu.




Böyle büyülü bir ortamda düğün şahane fikir. Tabi ki eşimle o masaya oturup fotoğraf çektirmiş olabiliriz:)



Katedral olarak yapılan Lala Mustafa Paşa Camii, 700 yıllık.


Girişte bulunan ağacın da 700 yıllık olduğuna inanılıyor. 1571'den bu yana camii. Pencerelerinin her biri sanat eseri. Görkemli bir yapı. Gezmek ve her ayrıntıya dikkat etmek, epey zaman alıcı.





Aslında kale içinin bizzat kendisi muhteşem. Surların hemen dibinde bir "spor salonu" tabelası kızımı çok şaşırttı. Bugün ve geçmiş iç içe. Namık Kemal'in yattığı zindana da çok yakınız aslında ama kızımı düşünerek bir başka seyahate bırakmak en iyisi.



Otele dönmeye, dönerken de yer aramak yerine Tabi ki Köşem'de yemek yemeye karar verdik. Yemek yine çok doyurucuydu. 

Kıbrıs'ta yediğimiz tüm yemeklere Türkiye'deki ortalama lokanta ücretlerini ödedik. Zaman zaman daha da ucuzdu.


Bir de markete uğradık. Baharat bölümüne uğramak aklıma geldi. Evet, zeytinin sosuna eklenen tohumlar burada var. Adı Golyandro. Gerçekten söylenmesi ve hatırlanması zormuş (Şimdi bile dolaptan bakıp yazdım). Çok çok aldık. Hem bize hem hediyelik. 

Açıkçası hellim peyniri çeşitleri de Türkiye'den tanıdık gelince pek alacak bir şey bulamadık. Artık free shopa bakacağız.





Kahvaltı yapmadan erkenden otelden çıktık. Çocuklar arabada uyumaya devam ettiler. Uçağımız 12.30'da. Kahvaltı için planımızda Asmaaltı Bereket Fırını var (Yaşasın Löplöpçüler). 

Fırını bulmak biraz zor oldu. Ters yönler dolayısı ile cep telefonunun navigasyonu aynı yer etrafında döndürüp durdu bizi. Bir taksi şoförü tarif etti ama bulmak biraz zor oldu. 

Peki, değdi mi? Kesinlikle! Lefkoşa şehir merkezinde tarihi bedestenlerin ortasında bir fırın. Önüne birkaç masa atılmış.


Pideler, poğaçalar, başka çeşitler... Gözümüz döndü.




Mümkün olduğunca çok çeşitlilikte sipariş verip bir de çay söyledik. Fakat çay olarak sallama bitki çayı geldi. Pazar sabahı olduğu için oldukça tenha.

Sahibi, Türkiye'de gezdiği yerleri anlattı. Yanında oturanları göstererek "İnsanlara olmadık sözler söylüyorum,  yine de bu dükkana müşteri geliyor. Çok şaşırıyorum" dedi. 

Biz de Türkiye'de de tabağı müşterinin kafasına atar gibi bırakan ama yine de belki de bu yüzden meşhur olan esnaf lokantaları olduğunu anlattık. 

Kıbrıs'ta her sene tango festivali düzenleniyor. "Yengenizi festivalde havada 3 kere çevirirdim. Benim de ayaklarım o sırada havada olurdu. Ama artık dans edemiyorum" diye anlattı.


Giderken paket yaptırmayı da unutmadık.


Civarda alışveriş için büyük hanlar var. Pazar sabahı olduğu için mi bilmiyorum kapalı. Ama biraz daha yürüyünce çarşılar başladı. Çok sayıda çantacı var. Markalar göz kamaştırıcı. Ama fiyatlar onda biri düzeyinde. Anladınız siz onu:)


Eşim kendine bir evrak çantası aldı. Kızım da bir çanta beğendi. Oğlumun ilgisini çeken bir şey yok. O hala pidelerle olan bağını koparmamış durumda.


Artık dönme zamanı. Araba kiralama şirketini aradım. "Aldığınız otoparka bırakın. Anahtarı da paspasın altına koyun" dediler. Madem öyle, biz de aynen yaptık ama her açıdan fotografını çekmeyi de unutmadım. Önce tedbir...


Bilet işlemlerinden sonra duty freeye daldık. Yenilenmiş dediler. Havaalanı binasının üst katı tamamen ona ayrılmış. Ferah, geniş. İnsanda alışveriş isteği uyandırıyor. 

Hediyelikleri artık çikolata olarak aldık. Parfüm alışverişini de unutmadık. Eşim değişik aromalı sigaralardan birkaç karton aldı (Tam 3 hafta sonra sağlık sebebi ile sigarayı bırakacağını bilmediği için yaptığı alışverişten oldukça mutluydu).

Alışveriş 250 Euro tuttu.. Kasalar sadece Euro alıyor ama para üstünü isterseniz TL olarak da veriyorlar.


Yine yarım saatlik Atlas Jet uçuşu ile Adana'ya indik. Hemen telefona sarıldım:


"Çayı demleyin, pide getiriyoruz!"




26 Ağustos 2015 Çarşamba

İZMİR- SELÇUK (MART 2013)


                       


Oğlumuzun İzmir'de Uzay Kampına katılacak olmasını bir hafta sonu tatili olarak değerlendirmek istedik. 







Cuma sabahı yola çıktık. Afyon çıkışında Özdilek'te mola vermeye karar verdik. 






Uzun zamandır burada durmamıştık. Geçen zamanda tesis gözümüze biraz küçük göründü. Aslında marketi, çocuk oyun alanları ile yeterliydi. 

Belki de yeni tesisler daha büyük yapılıyordu. Çay eşliğinde simit yedik. Marketinden çocuklara dergi aldık.

Çocuklar uyuyunca İzmir'e kadar başka mola vermedik. 


                                        


Baharın tüm güzelliğini yol boyunca gördük.



Oğlumuzu Gaziemir'deki uzay kampına bıraktık. Oradan güneye doğru devam ettik.




Otobandan mı, yoksa eski yoldan mı gitsek diye düşündük, eski yolda karar kıldık. Gaziemir'den sonra yaklaşık 70 km. sonra Selçuk'taydık.






Selçuk'a girişte sağda bir tepenin üstündeki kale insanı çarpıyor. Selçuk'la ilgili araştırma yaparken kalesi ile ilgili bir şey okumamıştım, görünce şaşırdık.





Adettendir diye şehrin girişinde akan suların altından geçip arabamızı yıkadık.




Öğretmenevini aramaya başladık. Telefonla tarif aldık. Selçuk'u geçince sağdaki Opetten U dönüşü yaptık, karşı yöndeki Opetten ilk sağa girip tekrar sağ yapınca küçük, sevimli bina karşımıza çıktı.







Lobisi oturma odası tarzında döşenmişti. Çok hoşumuza gitti. Sabah yoldan aramıştık. Yer varmış. 


Genelde Meslek Yüksek Okulunda kalan öğrenciler konaklıyormuş. Burada bir kişi (öğretmen) oda-kahvaltı 25 TL idi.

Tüm odalar 3 kişilik olarak döşenmiş. Bina gibi odalar da eskiydi. Ama temizdi. Sabah çıkıp akşam gelen biri için yeterli geldi bize. 


Eşyalarımızı yerleştirip lobiye indik. Aklımızdaki sorulara tüm personel birlik olup ilgiyle cevap verdiler.








Şehir merkezini bir dolaşalım dedik. Öğretmenevinin hemen arkasındaki caddeden şehir merkezine yönelince Turizm Meslek Lisesi'nin Uygulama Otelini gördük, girdik. 



Bina daha yeniydi. Odalar da daha iyi tefriş edilmişti. 2 kişi 90 TL, sonraki her bir kişi 15 TL imiş. Bir dahaki sefere değerlendirmek üzere aklımıza yazdık.


Çarşı oldukça küçük. Akşam yemeğini yemeği planladığımız Selçuk Köftecisi'nin yerini tespit ettik. 

Cumartesi günleri bu sokağa pazar kuruluyormuş. Gideriz diye konuştuk ama gezecek o kadar yer vardı ki pazarı kaçırdık. 






Selçuk Köftecisi'ni bize öneren kişi, "tüm ünlüler orada yiyor" demişti. Küçük bir lokanta. 


Yörede çöp şiş meşhur diye biz de çöp şiş sipariş ettik. Lezzetliydi ama çöp şiş sayısı oldukça azdı. İki çorba, piyaz ve dört Çöp şiş 59 TL tuttu.



Kahvaltıyı öğretmenevinde yaptık. Zeytin, peynir, domates, yumurta, tereyağ ve baldan oluşan bir açık büfesi vardı. Zaten büyük otellerde de sadece bunları yediğimiz için sorun etmedik. 


Personel çok ilgiliydi. Kahvaltıyı hazırlayan hanım "size taze ekmek getirmek için fırına gittim" dedi. Gerçekten ekmek sıcacıktı.  





İlk durağımız Efes. Şehir merkezinden İzmir yönüne doğru sağa dönünce 3 km ötede. 


Biz ettik, siz etmeyin: Efes'in iki girişi var. Biri tabelaların sizi götürdüğü alt kapı, bir de kendi çabanızla bulacağınız üst kapı. 


Aslında biz internetteki uyarıları okuyarak gitmiştik ama yine de önemsemedik. Önemsemek lazımmış. Yukarıdan girerseniz ekstra yokuş çıkmak zorunda kalmıyorsunuz. Selçuk'ta gezecek çok yer olduğu için enerjinizi tasarruflu harcamış oluyorsunuz. 


Peki arabanız yukarıda, siz aşağı kapıda kaldınız. O n'olucak? Bunun için taksileri ve faytonu kullanıp arabanıza ulaşabilirsiniz. 


Aşağı kapıda araba için 8 TL ödedik. Girişte müze kartı kullandık. Giriş ücretini bilmiyorum.







İlk olarak karşımıza büyük tiyatro çıktı. 24.000 kişi kapasiteliymiş. 

Basamakların bazıları onarılmış ama eski dokudan uzaklaşılmış. Yine de iyi durumda. Yabancı turistler akustiği kontrol etmek konusunda ısrarlılar. 

Sahnede her dilden şarkı duymak mümkün.





Bu yolun solunda kent uzanmaya devam ediyor. 






Yukarıdaki kütüphane, en iyi durumdaki yapılardan biri. 

Onun hemen yakınında üstü kapatılmış Yamaç Evleri var. Efes kentinin zenginlerinin oturduğu evlermiş. Üstü kapalı olduğu için onları gezmek için ayrıca ücret ödemek gerekiyormuş (15 TL). 

Biz bu ayrımı kınadığımız, kendi ülkemizdeki bir yeri gezmek için iki ayrı ücretlendirmeye karşı olduğumuz için girmedik. Gireni de pek görmedik.




Tabi bir sokağın hemen kenarına yapılmış ve bir duvarla gizlenmiş meşhur umumi tuvaleti gezmeden olmaz. Eskiden herkes buraya oturarak poz veriyormuş. Bu nedenle olsa gerek etrafı iple çevrelenmişti. Kimse oturamıyordu:)





Efes, oldukça kalabalıktı. Galiba yabancı sayısı, Türklerden fazlaydı. Yukarıda bahsettiğim yokuşun başına gelince tırmanacak epey yolumuz olduğunu gördük ama pes etmedik. Yokuşun başında dinlenirken bu kediyi gördük.






Tüm yapılar hakkında kulaklıkla bilgi almak mümkün. Biz girişte broşür sormuştuk. İngilizce bir broşür verdiler. Ama onda da Efes'teki yapılarla ilgili bilgi yoktu. Biz de hepsindeki bilgi plakalarını tek tek okuduk.







Yokuştan kastettiğim buydu:) Tam karşıdaki kütüphane, soldaki üstü kapalı yer Yamaç Evleri. Arkada diğer yapılar, bir de daha küçük bir tiyatro var. Oradan da çıkış yapılabiliyor.

Efes'ten çıkınca Pamucak 3 km. O tarafa döndük. Amacımız sahile inmekti. Ama sahile ulaşan tüm yollar kapatılmıştı. Vazgeçtik. Karnımızda acıkmaya başlamıştı, Şirince'ye doğru yöneldik. 

Şirince için şehir merkezinden İzmir yolundan sağa döndük. 8 km'lik bir yol. Ama çok virajlı ve dar. Yavaş yavaş köye doğru tırmandık.

Köyün girişinde muhtarlığın otoparkı var. Ama biz köyün içindeki otoparkı tercih ettik. 

Zaten arabayla her yere gidemiyorsunuz. Yol sizi zorunlu olarak diğer otoparka çıkarıyor. Orası daha merkezi. Otopark ücreti 5 TL. 



Otoparka giderken Ege Sofrası'nı gözümüze kestiriyoruz. Masayla ilgilenen kişiye "Ege Bey" diye seslenilince lokantanın adının "Ege Bölgesi'nden kaynaklanmadığını anlıyoruz. 

İki saç böreği sipariş ediyoruz. Kocaman saç börekleri geliyor. Ardından yaprak ve lahana sarmalarının tadına bakıyoruz. Sonra bir musakka ve bir kuşbaşı ızgara geliyor. 

Ekmek de şahane, kendini yediriyor. Hesap 60 TL geliyor. Yemekler şahane, ilgi de öyle.




Köy tamamen turizme yönelmiş. Her taraf hediyelik eşya standları, restaurant ve kafeler ile şarap satan dükkanlarla dolu. 

Anladığımız kadarıyla köylüler fiyatlara bir standart getirmiş. Her şey herkeste aynı fiyata. 


Evleri çarşıdan çok güzel görünüyor. Yürüyerek çıkmak lazım. Ama kızım "yoruldum" sinyalleri vermeye başlıyor. Dönerken ona papatyalardan bir taç alıyoruz. 


Kızım öğretmenevinde dinlenirken biz de Meryem Ana Evi'ne gitmeye karar veriyoruz. Bunun için Aydın yönünde kenti 10 km kadar geçiyoruz. Sağda dağın tepesinde radyo vericileri var. Onun hemen altında olduğuna göre bizi yine dolambaçlı dağ yolları bekliyor. Ama bu sefer yol daha geniş. 

Yolda Meryem Ana heykelini görüyoruz. Ama gidiş yönünde park edecek bir yer yok. Bu yüzden dönüşte fotoğraflamak daha mantıklı. 

Yine araba için 8 TL ödüyoruz. Bu ücretler belediyeye gidiyormuş. İyi bari.

Meryem Ana Evi, bir ormanın içinde. Her taraf çok bakımlı. Hz. Meryem'in burada yaşadığına inanılıyor. Hristiyanlar için bir hac yeri.




Ev, üç küçük bölmeden oluşuyor. daha önce iki Papa tarafından ziyaret edilmiş. İçeride Hristiyanlar dua edip mum yakıyorlar. 







Evin hemen yanında bir tören alanı düzenlenmiş. Etrafı çevrelenmiş, girilemiyor.











Bahçede küçük bir Meryem Ana heykeli var. Çıkışta iki kafe görüyoruz. Aşağısı uçurum. 


O güzel manzara eşliğinde birer cappuccino içiyoruz. Cappuccinoyu çok seven oğlumuz aklımıza geliyor.


Ev dışında bizsiz ilk defa kalıyor. Boğazımız düğümleniyor. Dönüyoruz. 



Dönüş yolunda Selçuk böyle görünüyor. Bu kadar küçük bir yer. 






Bu sefer heykeli çekmek için duruyoruz.

Öğretmenevinde bir soluklanıp tam kadro devam ediyoruz. Efes Müzesi'nin tadilat nedeni ile kapalı olduğunu biliyoruz. Ama şansımızı bir denemeye karar veriyoruz.

Müze, Efes yolunda. Kapalıymış. Orada bir de turizm danışma ofisi var. Efes Antik Kentinde bulamadığımız broşürler için uğruyoruz. Ama o da kapalı. Kapısında hafta sonları kapalı olduğu yazıyor. 

Hafta sonları ziyaretçi akınına uğrayan bir yer için ilginç bir uygulama, söyleniyoruz. Ama kızım "burada çalışanlar da hafta sonu tatile gidecekler. Tabi kapalı olur" diyor. Peki.


Müze için girdiğimiz yoldan devam ediyoruz. Hemen karşımızda İsabey Camii. 1375 yılında Aydınoğlu İsabey tarafından yaptırıldığını öğreniyoruz. 




Bir çok leyleği havada görüyoruz. Yaşasın!


Cami, ibadete açık. Avlusu ve ibadet alanı küçük, iyi korunmuş.




Hemen bir dakikalık mesafede Saint John Kilise'si var. 

Oradan da Kaleye geçiliyordur diye düşündük. Çünkü aynı düzlem üzerindeler. 


Yine müzekartla girdik, yine broşür bulunmuyordu. Turizm danışmadakiler de tatilde!







Kiliseye bu kapıdan giriliyor. 





Kilise, bölüm bölüm genelde oldukça iyi durumda. İncil yazarı St. John'un mezarının olması nedeni ile ayrıca önem atfediliyor.


Karşıda kaleyi görünce heyecanlanıyoruz. Ancak oradaki çalışmalar bitmemiş, o tarafa geçemiyoruz. Büyük hayal kırıklığı! Sadece surlarını görebiliyoruz.







"Çöp şiş Ortaklar'da yenir" sözünü çok duyduğumuz için Aydın yönünde yola koyuluyoruz. 


İlk hedefimizde 15 km. ötedeki Çamlık beldesi var. Oradaki Açık Hava Tren Müzesi'ni gezeceğiz. 


Çamlık'a girince solda müzenin tabelasını görünce orada sanıyoruz. Ama ilerde sağda olduğunu küçük tabeladan anlıyoruz. 








Girişte kişi başı 5 TL ödüyoruz. Özel bir müzeymiş. Müzekart işe yaramıyor.   

Kocaman bir bahçeyle karşılaşıyoruz. Her tarafa raylar döşenmiş, lokomotifler yerleştirilmiş.

En eski lokomotif 1800'lü yılların sonundan kalma. Daha yenilerde var (47.000, 56.000, 57.000'likler). Trenlerin tekerlek sayılarına göre isimlendirildiklerini daha sonra öğrendik.



Sadece lokomotif değil, demiryolu adına herşey var. Su kuleleri, kantarlar, makasçı yeri, hareket memurunun meşhur yeşil (geç) tabelası bile var.







Atatürk'ün gezilerinde kullandığı vagonu da bu müzede. Çalışma salonu, yatak odası, banyosu var.

Müzede tren ruhuna uygun bir de restaurant yapılmış. Henüz hizmete girmemiş gibi duruyordu.


Müzeyi tamamen gezmek bayağı bir zaman alıyor. Ortaklar'a doğru devam ettik. 


Yolun sağında ve solunda çok sayıda çöpşişçi var. İnternet araştırmasında iki isim öne çıktı:Necati'nin Yeri ve Somuncu Baba. 


Necati'nin Yeri Aydın yönünde. Biz U dönüşü yapıp gideceğimiz yöne döndük ve o yöndeki Somuncu Baba'yı tercih ettik. 


Önce sıcacık lavaşlar, peynir ve tereyağ geldi. Ayranı da zorla ikram ediyorlar. Garson 3 porsiyon çöp şiş getirmeyi teklif etti. 4 kişi bitirmekte zorlandık. 





Ertesi gün kahvaltının ardından İzmir'e doğru yola çıktık.